24 Eylül 2012 Pazartesi

"Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni"nin peşinde Muazzez İlmiye Çığ

Yıllar yıllar önce, bir yaz tatilinde eniştemin izmir'deki evin salonunda boyutunun 3 katı kadar fazla kitabı içinde barındıran ilginç kitaplığına merakla bakınıyordum. Orada kaldığım süre boyunca önceleri uzaktan, sonraları cama burnumu dayayarak, iyice sonrasındaysa içindekileri tek tek elime alarak bakınmıştım o kitaplığa. Kendiminki dışında etrafımda çok fazla kitaplık görmüşlüğüm yoktur genelde, annemden babamdan kitaplığı bırakın kitap bile kalmadı bana. Akrabalarımda da pek yoktur kitap biriktiren - hatta okuyan diyeceğim de şimdi buraya, demeyeyim - o yüzden çok ilginç gelirdi hep eniştemin kitaplığı ve kitapları. O kadar değişikti o kitaplar, adlarını sanlarını ilk defa duyduklarımdan tutun yıllardır efsane gibi baktıklarıma kadar her birşey vardı. Önüne, halının tam bitip döşemenin başladığı noktaya çöker, yarı okur yarı göz atardım.
Bir kitap vardı onların içinde, Erich von Daniken'in "Tanrıların Arabaları"  kitabı. Ortaokulda duymuştum ilk, tam olarak anlayamamakla beraber ne olduğunu, okumuştum bir yerlerde. Ve merak ediyordum, özellikle çılgınlar gibi mısırbilim'in içine dalmış çocukluğumda o kitapta Daniken'in eski mısırlıların bir ampül (ne kadar ironik olduğunu şu an yazınca fark ettim, hay allahım) çizdiklerini yazmış olduğunu okuduğum için daha bir merak ediyordum. Çöktüğüm yerimde açtım okumaya başladım. Dakikalar birbirini kovaladı, benim aklım yerinden oynadı. Okuduklarım kafamı o kadar karıştırmıştı ki kitabı elimden nasıl attığımı hatırlamıyorum. Henüz yeteri kadar şey okumamış, kendi düşüncelerini, kendi inancını oturtamamış benliğimde hatırı sayılır bir karmaşaya yol açmıştı o akşam okuduğum 20-30 sayfa. O yaşa gelene kadar annemlerden gördüğüm veya görmediğim, etraftan bildiğim kadarıyla edindiğim düşüncelere - temelsiz oldukların büyük bir derecede - ters şeyler söylüyordu Daniken. İnanmadığım ama biraz daha okusam inanmaya başlayacağıma emin olduğum ve bu yüzden de korkudan ödümün patladığı sayfalardı onlar. Sebep buydu işte, kafamın karışabilecek halde olduğunu biliyordum, farkındaydım cahilliğimin ve bu korkutuyordu beni.
Bir daha açmadım o kitabı. Yıllar yılları kovaladı, kutsal kitaplardan da bölümler okudum, dinler tarihine de giriştim. Herkesi ve herşeyi dinledim, çünkü her fikir, her inanç, her bir insan en azından dinlenilmeyi hak ediyordu, onu öğrendim. Ailemden öyle gördüğümden ya da her şeyin doğrusu öğretildiğinden değildi bu halim, insanların arasında yaşadıkça, gördükçe kendi kendime edindiğim birşeydi.
Ve dinin, inancın sadece ama sadece insanın kendisine ait, kendisiyle ilgili bir konu olduğuna karar verdim. Kimseye birşey göstermek, birşey ispatlamak zorunda değildim; kimsenin neye inandığı beni zerre kadar ilgilendirmezdi. "İnanmak" eylemi kendi ruhumuzla yaptığımız birşeydi. E ruhlarımızın da tek, bağımsız, özel olmadığını düşünen bir insan olabilir miydi? Ruhlarımıza kim karışabilirdi?
Ben de öyle yaptım. Aynen böyle, düşündüğüm gibi. Ama olaylar, dünya çok saçma bir yere dönüştü. Elimde değildir, her şeye kısasa kısas giderim. Siz karşıma geçip bağırırsanız siz bana bağırmaya başlamadan önce nasıl davranıyorsam öyle davranmaya devam ederim, ki bu kendi doğrularıma daha da bağlı olmamı sağlar. Bu yüzden bir yere girerken illa başıma bir örtü atmam isteniyorsa hayatta yapmam. Çünkü zaten üstümde bol bir pantolon, ondan daha da bol bir uzun kollu kazak vardır ve gayet üsturuplu bir halde o mekana saygısız olacak herhangi bir durumda değilimdir. İyice ısrar ederseniz en fazla sizi üzmemek için kapüşonumu geçiriveririm kafama. Önemli olan mekana ya da kişilere saygımdır çünkü, bunu saçımın görünmesi veya görünmemesi ile ölçemezsiniz. Gözlerim bile görünmez halde olabilirim orada belki ama içimden küfrediyorsam ya da oranın bana hissettirmesi gereken şeyleri hissetmiyorsam örtünmüşüm örtünmemişim ne anlamı var? Önemli olan kafamın içindeki, ruhumun hissettikleri değil mi? Önemli olan "insan" olabilmek değil mi?
Muazzez İlmiye Çığ
Her neyse, lafı gene yüz metre öteden dolandırdım. Asıl diyeceğim konu Muazzez İlmiye Çığ. Arkeoloji ile en ufak bir münasebetiniz bile olmuşsa kendisine bir şekilde rastlayacağınız bir bilim insanı Çığ. Hatta arkeolojiyle ilgilenmeseniz bile bu ülkenin yetiştirdiği önemli ve az sayıdaki bilim insanlarından biri olduğu için mutlaka en azından bir haberiniz olması güzel birşey olurdu. Çığ, taa 1914 doğumlu bir Sümerolog, Hititolog ve hatta Arkeolog. Müzemizde ne kadar çiviyazılı belge varsa tam 33 yıl boyunca onları okuyup, tercüme edip, üstlerinde çalışmış. Şimdi böyle bir insana saygı duyulmaz da ne yapılır.
Tüm çalışmaları sonucunda da pek çok bilimsel makale ve kitap yazmış durumda. "Bilimsel" kelimesini özellikle vurguluyorum çünkü böylesine çalışmalar, inanın veya inanmayın, saygı duymamız gereken çalışmalardır. Bu çalışmada da Çığ, okuduğu tüm o yığınlarca Sümer metninde bahsedilenlerin karşılığını kutsal kitaplarda buluyor. Oldukça titiz bir şekilde her bir olayı, mekanı, karakteri karşılaştırıyor ve böyleyken böyle diyerek bize düşünmemiz, akıl etmemiz için sonuçlar veriyor.
Tarihten bir miktar haberiniz varsa sizin de mutlaka dikkatinizi çekmiş olacak birçok konuyla beraber daha da az bilinen diğerlerini anlatıyor kitapta. Önce Sümer dininden ve diğer dinlerin karşılaştırılmasından bahsediyor. Ve başlıyor en ilginç olan kısımlara. Baş örtmenin, babil kulesinin, yaratılışın, adem'in cennetten kovulmasının, tufanın, eyüp peygamberin ve harut-marut meleklerinin hem sümer yazılarındaki hem de dinsel metinlerdeki ortaklıklarını-ayrıldıkları noktaları anlatmaya. Bunu oldukça yalın, anlaşılır ve ilgi çekici biçimde yapıyor ki okumak hem bir keyif oluyor hem de okurken düşünmeye, sorgulamaya başlıyorsunuz. Beynini çalıştırmak iyidir yani.
Tüm bunları illaki bakın ben böyle düşünüyorum siz de böyle düşünün diye yazmıyor tabiki Çığ. Ben böyle olduğunu gördüm, okudum, siz de okuyun karar verin siz bilirsiniz ama ben böyle inanıyorum diyor. Hakaret etmiyor, asılsız iddialarda bulunmuyor. Böyle birşey okudum ve bu beni bu sonuca götürdü diyor. Bizim de tam olarak yapmamız gereken bu zaten. Yazdıklarını okumak, kanıtlarına bakmak ve sonra kendi kararımızı vermek. Kendi kanıtlarımıza, kendi aklımıza danışmak ve mantığımıza güvenmek. "İnsan" olmak. Ve okumak. Çok okumak, çok düşünmek. Çünkü ilk emrin "oku" olmasının bir sebebi var. Oku ve aklını çalıştır. Çünkü seni "özel" kılan bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...